08.08.2023 11:00 | Güncelleme Tarihi: 08.08.2023 14:55
Şair
Enis Behiç Koryürek 1916’da Budapeşte Başşehbender Vekili olarak
görevlendirildiğinde bu şehirdeki Başşehbenderimiz(Konsolos) “Çağlayanlar” ın
yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Bu iki edebiyatçının buluştuğu diyar,
150’yıldan fazla bir süre Osmanlı devletinin hâkimiyetinde yaşamış bir beldedir
ki bugün hâlâ bu topraklarda izimiz, sesimiz, sözümüz yankılanmaktadır… Öyle ki
biri ne zaman bize Tuna’dan, Budin’den söz etse kulaklarımızda o yaman türkü
hemen çınlamaya başlar:
“Estergon
kalası bre dilber aman, subaşı durak
Kemirir gönlümü bre dilber aman bir sinsi firak”
Nefes
aldığımız sürece gönlümüzü kemiren bu ayrılık türküleri bazen terk ettiğimiz
toprakları bazen kendi vatanımıza olan hasreti dile getirir. İşte o günlerin
birinde şair Enis Behiç Koryürek de Tuna nehrinin kıyılarında dolaşırken
burnunda tüten memleketini “Tuna Kıyısında” isimli şiirinde şöyle anlatır:
Tuna’nın
üstünde güneş batarken
Sevgili yurdumu andırır bana.
Bir hayal isterim Boğaziçi’nden
Bakarım “İstanbul! ” diye her yana.
Oysa
İstanbul o günlerde çok çalkantılı bir dönem yaşamaktadır. Büyük harbin
getirdiği bir yığın dert, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar, vaziyeti idare
edip bir süre daha ayakta kalmaya çalışan altı asırlık koca çınarın dalını,
budağını koparıp onu kökünden sarsmaya başlarken karanlık bir kâbus gibi çöker
memleketin üstüne. Şair Enis Behiç Koryürek ise suda hayalini gördüğü
Boğaziçi’nin lacivert dalgalarına kapılarak kahraman Türk denizcilerinin
hikâyesini anlatır:
“Biz
dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz.
Ufuklardan
ufuklara haber sorar, gezeriz.
Güneşlerde
uyuklayan yamaçları,
Kalbi
durgun tarlaları bıraktık.
Gölge
veren ağaçları
Sevmiyoruz
biz artık.
Sevgilimiz,
Ey deniz!
İşte biz;
Nihayetsiz
Mavilikler yolcusu!
Ruhumuzun kardeşidir
Güneşlerde parlayan bu yeşil su.
Bayrağımız yeşil sular ateşidir.
Biz bayrağın fedaisi sayısız Türk genciyiz.”
Şairin bahsettiği bu sayısız Türk genci, denizciler ta yüz yıl önce
“Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” diyerek bir bozkurt gibi hürriyet
şarkıları söylediler. Öyle ki işgal edilen vatanın, boynu bükük kalan milletin
ve bayrağın umudu oldular… Bu kınalı yiğitlerin yarattığı mucize hâlâ
hafızlarda tazeliğini korurken gelin en iyisi biz Millî Mücadele yıllarına
gidelim ve Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla boğuşan Alemdar gemisinin
hikâyesini okuyalım.
Tarih 23 / 24 Ocak 1921: Seyri Sefain İdaresi’nin (Deniz Yolları İşletmesi)
tahliye (kurtarma) gemisi Alemdar, işgal altındaki
İstanbul’dan bir avuç korkusuz Türk denizcisi tarafından kaçırılır.
Kaçırılışın kısa hikâyesi şöyledir:
“Kurtarma gemisi Alemdar, Bafra’da karaya oturan İdare-i
Mahsusa’nın yolcu vapurlarından Tirimüjgan’ı kurtarmak için
İstanbul’dan olay yerine intikal eder ve kurtarma çalışmalarına başlar. Bu
sırada geminin Çarkçıbaşı Osman Efendi Samsun’a gider ve burada Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti üyeleri ile sohbet eder. Bu sohbet esnasında söz İstanbul’a, devletin
merkezine geldiğinde Osman Efendi işgal altındaki İstanbul’da yaşadıkları onur
kırıcı davranışları yüreği kanayarak anlatır. Onu can kulağıyla dinleyen Samsun
Müdaafa-i Hukuk Cemiyeti’nden Ömer (Karataş) ve arkadaşları Osman Efendi’nin
vatansever biri olduğunu anlayınca, hiç çekinmeden Millî Mücadele için toplanan
silah ve cephaneyi Karadeniz’de taşıyacak Alemdar gibi bir
gemiye ihtiyaç duyduklarını anlatırlar. Hatta anlatmakla kalmaz Osman
Efendi’den İstanbul’a dönünce Alemdar’ı kaçırıp getirmesini
isterler. Bu arada karaya oturan Trimüjgan bütün gayretlere
rağmen kurtarılamaz. Bunun üzerine sökmesi, taşıması kolay olan bölümleri Alemdar’a
yüklenir ve İstanbul’a dönülür.
Kuruçeşme önlerinde Alemdar demir atar. Osman Efendi ise
Samsun’da dinleyip öğrendiklerinden olsa gerek bir türlü kendini dizginleyemez.
Ne yapıp edip Alemdar’ı Anadolu’ya kaçırmayı tasarlar. Durumu gemi
kaptanı Trabzonlu Osman Efendi’ye açar. Kaptan kendisinin yaşlılığını öne
sürerek kendi yerine geminin yağcısı ve lostromosu olan oğlu Hikmet’i
götürmesini söyler.
İşte hikâyenin serim bölümü böyle başlar. Aslında bu hikâyenin serim bölümü
Karadeniz’de 19 Mayıs 1919’da çoktan başlamıştı ya… Neyse biz dönelim Alemdar’ın
hikâyesine. Çarkçı Osman Efendi yanına aldığı sekiz kahraman denizci ile
tehlikeli bir yolculuğa yahut “ya istiklal ya ölüm” yolculuğuna çıkar.
Boğaz’da karakol bekleyen İngiliz savaş gemisini atlatarak 12 mil olan
hızlarını, 14 mile kadar çıkartıp Ereğli’ye yol verirler.
24 Ocak 1921 sabahı erken saatlerde Karadeniz Ereğlisi’ne gelerek
Çobançeşme önüne demirlerler. Karanlığı aydınlığa çeviren bu yiğit denizciler,
karaya çıktıklarında artık çocuklar gibi şendiler. Fakat bir süre sonra Alemdar’ın
Milli Mücadele saflarında yer aldığı Müttefik kuvvetler tarafından duyulması
üzerine Boğaz’da keyif çatan Donanma komutanı İngiliz Amiral Galtrop, İngiliz
ve Fransız donamasına her ne pahasına olursa olsun Alemdar’ın
yakalanmasını, eğer bu başarılamazsa batırılmasını emreder.
Amiral Galtrop emirlerini yağdıra dursun Alemdar’ın Kuva-yi
Millî’ye katılışı büyük bir sevinçle ve 25.1. 1921 tarihli şifre ile Ankara’ya
bildirilir.
Bundan sonrası artık “Vatan sizden hizmet bekliyor. Uğurunuz, yolunuz
açık olsun!” sözleri arasında ilk hedef Trabzon’a ulaşmaktır.
Geminin hemen yola çıkması ve sağ salim hedefe ulaşması için Alemdar’a takviye
denizciler de bulunur. Hatta Ereğli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nce ekmek ve katık
parası olarak 10’ar lira verilir.
Fransız donanmasının kontrolünde olan bu bölgeden kolayca çıkmanın pek
mümkün olmadığı bildiklerinden Alemdar’ın subayları hem Trabzon’a gidişin
rotasını hem de yol boyunca yapılması gerekenleri bir bir tespit ederler. Fakat
her şeyi planlayan kahramanlar, Ereğli’de yaşayan Rumların yapacağı jurnali
kestiremezler.
26/ 27 Ocak gecesi sabaha karşı Sinop veya Trabzon’a gitmek üzere
makinelerini harekete geçirip “tam yol ileri” diyen Alemdar’ın yolu
kısa bir süre sonra avını bekleyen Fransız C-27 motorgambotu tarafından
kesilir. Böylece İstanbul’dan kaçırılan Alemdar gemisi,
Fransız kuvvetlerinin kontrolüne geçer. Mürettebatı esir alınan Alemdar’ın
önce Zonguldak’a sonra da İstanbul’a götürülmesi planlanır ve plan
uygulanır. Zonguldak’ta bir Fransız subayı silahlı bir mangayla Alemdar’ın
komutasını eline alır. Her şey Fransızların istediği gibi gitmektedir.
C-27, Alemdar’ı bir mil geriden izlemektedir. Şimdi istikamet
İstanbul’dur. Ancak Fransızların hesap edemedikleri bir şey vardır. Esir
aldıkları Türkleri pek yakın tarihte Çanakkale’de gördükleri halde hâlâ iyi
tanıyamamışlardır.
Nitekim ölümü göze alan bu kahramanlar bir süre sonra kendi aralarında
yaptıkları planı devreye koyarak bir çatışmaya girerler. Alemdar’daki
Fransız askerlerini de onları yakından takip eden hücum botunu da alt etmeyi
başarırlar. C-27 ısrarla Alemdar’ı Ereğli’ye kadar kovalar ama bir
türlü onu durduramaz. Hele Ereğli limanına yaklaştıklarında halktan aldıkları
destekle Fransız hücum botunu şaşkına çevirişleri yok mu başlı başına bir film
konusudur.
Nefesleri kesen bu iki saatlik mücadele sonunda bizim bir şehit üç
yaralımız vardır. Fransızlar ise 2 ölü 3 yaralı, ayrıca biri yüzbaşı ve 4’ü er
olmak üzere 5 de tutsak vermişlerdir. Bu zafer Alemdar’ın
ikinci başarısıdır.
Alemdar’ın silahlı bir karakol gemisinin elinden savaşarak kurtulması haberi
İstanbul’da bomba gibi patlar. Bunun üzerine Karadeniz’e çıkan Fransız
filosu Ereğli limanına yaklaşır, toplarını kasabaya çevirerek üç maddelik kesin
bir uyarı verir.
1)Esir edilen Fransız subayı ile erlerin geri verilmesi,
2) Alemdar’daki personelin kendilerine teslim edilmesi,
3)İstanbul hükümetinin malı olan Alemdar gemisinin
verilmesi.
Bu notayı getiren Fransız subayına Ankara Hükümeti’nin bölge komutanı
Muhittin Paşa kısa ve net şu cevabı verir: “Fransız esirlerini geri vermeye
hazırız, fakat kahramanlar verilmez. Geleneğimiz değildir. Alemdar gemisi
bize gereklidir.”
Bu cevap Fransızları memnun etmez. Yakarız, yıkarız nidalarıyla tehditler
savurmaları da işe yaramaz. Uzun süren görüşmelerden sonra Fransızlar, Ankara
Hükümeti’nin kararlı tutumu karşısında geri adım atarlar. Fransızlarla aramızda
bir antlaşma imzalanır. Buna göre Alemdar Ereğli’den
çıkmayacak, tutsaklar Fransızlara verilecek, Fransızlar da 10 mil açıklarına
kadar gemilerimize dokunmayacak. Bu Alemdar’ın kazandığı üçüncü
başarısıdır. Sonraki başarıları ise hareketsiz durduğu Ereğli limanından 24/ 25
Eylül 1921 gecesi fırtınalı bir günde sesiz sedasız uzaklaşıp Trabzon’a
ulaşması ve oradan Rus limanına hareket edip cephane getirmesi ve Kuvayı
Milliye’nin gücüne güç katmasıdır.”[1]
İşte size Enis Behiç Koryürek ’in denizcileri ve kahraman Alemdar gemisinin
hikâyesi… Aslında hemen hemen aynı tarihlerde bir başka Alemdar daha
vardır hayatımızda. Lakin onun mekânı işgal altındaki İstanbul’dur ve bu Alemdar mevcut
durumdan hiç de rahatsız değildir. Hatta Damat Ferit Paşa hükümeti gibi o da
Anadolu’daki Kuva-yı Millîyecilere fena kızmaktadır. Yalnız bu Alemdar bizim
denizlerimizde yüzen bir gemi değil, Bâb-ı Âli’nin sularında yüzen bir
gazetedir. Serdümeni yoksa da sermuharrirleri vardır. Onlardan biri ve
gazetenin sahibi Refi Cevat Ulunay’dır. Her yazısında İngiliz kuvvetleri
gibi Kuvâ-yı Milliye’ye saldırır. Onları İttihatçılık, Bolşeviklik, sahte
milliyetperverlik, fitne ve fesat ehli olmak, şakilik, dinsizlik vb. şekilde
itham eder.
Mesela, 12 Kanun-ı Sani 1336/1920’de Alemdar gazetesinde
yazdığı “Mustafa Kemal Paşa’nın Nutku” isimli makalesinde şöyle der:
“Mustafa Kemal Paşa, ilk defa Teşkilat-ı Milliye’ye taraftar olduğu zaman
biz bundan memleketin istifade edebileceğini ümit ediyorduk. Ve Teşkilat-ı
Milliye’nin, sırf millî bir teşkilat olacağını zannediyorduk. Tamamen aksi
çıktı. Yavaş yavaş gördük ki Teşkilat-ı Milliye’de at oynatanlar hep
İttihatçılar oldu. Vaktiyle işkencecilik, sopacılık edenler Teşkilat-ı
Milliye’de birer kahraman kesildiler…”[2]
Ve yine mesela o tarihlerde Alemdar gazetesinde kalem
oynatanlardan biri de Refik Halit Karay’dır. O da 1920’nin Şubat’ında şunları
yazar:
“Anadolu’da bir patırtı bir gürültü. Beyannameler, telgraflar… Sanki bir
şeyler oluyor, bir şeyler olacak… Ayol şuracıkta her işimiz, her kuvvetimiz
meydanda. Dört tarafımız açık. Dünya vaziyetimizi biliyor. Hülyanın, blöfün
sırası mı? Hangi teşkilat, hangi kuvvet, hangi kahraman? Hülyanın bu
derecesine, uydurmasyonun bu şekline ben de dayanamayacağım. Bari kavuklu gibi
ben de sorayım: ne gücün var?
-Kuzum Mustafa, sen deli misin?”[3]
Evet, doğru; Mustafa Kemaller, biraz deliydiler, hırçındılar, çılgındılar
pes etmediler, boyun eğmediler, yeni, yepyeni bir devlet kurdular!
Kurulmasına hizmet ettiler… Şimdi bize düşen görev, bu vatan için her türlü
belayı göğüsleyenleri, canlarını, mallarını seve seve feda edenleri unutmamak,
unutturmamaktır.
Bakın daha o günlerde, Atatürk Samsun’a çıkmadan önce, 1919’un Nisan’ında
henüz 19 yaşında, bir Mülkiye öğrencisiyken Mülkiye marşını yazan Cemal Yeşil,
hem kendi neslinden hem memleketin yarınından o kadar emin o kadar ümitlidir ki
gayet rahat haykırır:
Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.[4]
Ha bu arada, ne tesadüftür ki şair Cemal Yeşil de bir vatansever devlet
adamı olarak (1956- 1960 yılları arasında) Budapeşte’de Büyükelçi olarak görev
yapmıştır.
Evet, Budapeşte’yle başladığımız yazımızı Budapeşte’yle bitirirken gelin
yeniden Enis Behiç’e kulak verelim ve
“Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yıllar…
Zaman sanki bir rüzgâr
Ve bir su gibi aksın…”
diyerek 1923’ten 2023’e, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını şimdiden
kutlayalım!
[1] Erol Mütercimler, Bu Vatan Böyle
Kurtuldu, Alfa Yay. İst. 1992, s. 399-421
[2] Osman Akandere, Damat Ferit Paşa
Hükümetleri̇ Döneminde Kuva-yı Millî’ye Hareketine Yöneltilen İthamlar, 2006, Selçuk
Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2006, s.8
[3] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi
Yay. İst. 2005, s.20
[4] Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım,
Ötüken Neşriyat, İst. 1979, s.302